Dear Hongrang: Dizi İncelemesi
- Zeyneb G
- 23 Ağu
- 5 dakikada okunur

Bugün uzun zamandır beklediğim izlerken bile kafamda sürekli analizler yapıp seyir zevkimi azalttığım dizi olan Dear Hongrang’ın kısa bir incelemesi ile klavye başındayım. Mesleki deformasyon dedikleri durum bu olsa gerek çünkü ben diziyi izlerken sürekli birilerini terapi odasına götürdüm durdum. Sonra bunu yazıya dökmeye karar verdim. Aslında yazıyı dizi ilk çıktığında izler izlemez yazmıştım fakat hemen paylaşamadım, şimdi izleyenler için hatırlatma izlemeyenler içinse bir tavsiye olmasını umarak yayınlamaya karar verdim. Dizi senaryo ve oyunculukların güzel olmasının dışında (ve müzikleri tabii) travma konusunda da bize bol malzeme sunuyor. Tarihi melodrama türünün hakkını veriyor kesinlikle ben ise başrol karakterimiz olan Hongrang’ın yaşadığı çocukluk travmasını mercek altına aldım. Aslında sadece Hongrang değil çoğu karakterin benzer travmatik olayları yaşadıklarını söylemek mümkün. Bu sebeple bir dizi incelemesinden ziyade Hongrang'ın terapötik sürecini okuyacaksınız. Şimdi gelin Dear Hongrang’ı bir de psikolojik danışman gözünden inceleyelim. (Yazının devamı sürpriz bozanlar içeriyor)
Dear Hongrang’ın en çarpıcı yönlerinden biri, travmanın sadece geçmişte kalmadığını; bedende, duyularda ve tepkilerde hâlâ canlı bir şekilde yaşadığını göstermesi. Biliyoruz ki travma hem beyinde hem bedende iz bırakır ve van der Kolk’un söylediği gibi beden kayıt tuar. Hongrang karakteri üzerinden izlediğimiz bu süreç, Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) belirtilerini anlamak için güçlü örnekler sunuyor.
Kısaca konusundan bahsedecek olursak; Dear Hongrang, Joseon döneminde geçen bir gizem-romantik drama. Dizide, zengin bir tüccar ailesinin varisi olan Hongrang, sekiz yaşındayken bir anda ortadan kaybolur. On iki yıl sonra hafızasını yitirmiş bir halde geri döner ve ailesi, özellikle annesi onun gerçek Hongrang olduğuna inanmak ister. Ancak özkardeşi Jae-yi, bu adamın gerçekten Hongrang olup olmadığından şüphelidir ve gerçeği ortaya çıkarmak için mücadele eder. Bu esnada ortaya çıkan yüzeyin altındaki sırlar, aile içi entrikalar, aşk, hafıza, kimlik arayışı, ve güç mücadeleleri diziyi bir gizem katmanlarıyla örülmüş içsel yolculuğa dönüştürür. Jae-yi, sadece kardeşini değil aynı zamanda kendi duygularını, geçmişini ve güvenini de sorgulamaya başlar.
Dear Hongrang’da Travmanın İzleri
Dear Hongrang, yüzeyde bir kimlik ve aile sırrı hikâyesi gibi görünse de aslında bundan çok daha fazlasını anlatıyor. Dizinin merkezinde, çocuklukta yaşanan kayıpların, belirsizliklerin ve travmaların bireyin kimliğini nasıl şekillendirdiği sorusu var. Hongrang’ın hafıza kaybı, tetikleyiciler karşısındaki tepkileri ve kendi bedenine yabancılaşması, bu hikâyeyi sadece tarihi bir dram olmaktan çıkarıp psikolojik bir derinliğe taşıyor. İşte bu noktada, dizi bize travmanın bireyin zihin ve bedeninde nasıl iz bıraktığını gösteren güçlü bir örnek sunuyor.
Zil Sesi ve Amigdala Uyarılması:
Zil sesi gibi gündelik bir uyaranın bile Hongrang’ı aniden donakalma, irkilme ya da kaçınma gibi yoğun tepkilere sürüklemesi, TSSB’nin temel belirtilerinden biri olan yeniden yaşantılama (re-experiencing) ve aşırı uyarılmışlık (hyperarousal) durumuna işaret ediyor. Biz bu uyarılmayı birden fazla sahnede gördük. Özellikle ressamın odasına girdiği bölümde ressamın zili çalması onun yakalanmasına sebep oldu. Bu bağlamda zil bir nevi koşullu uyarılma görevi de görüyor. İstismarı yapan kişi ise bu durumun gayet farkında ve zili çalarak Hongrang’ı travma anına geri götürüyor. Bu durumda beynin “duman detektörü” olarak bilinen amigdala, travmatik belleğin ipuçlarını algılayarak savaş-kaç-don tepkisini tetikliyor. Bu nörolojik savunma, geçmişte yaşanan travmanın hâlâ “şimdi”deymiş gibi hissedilmesine neden oluyor.
Mağara ve Travmanın Simgesel Mekânı:
Hongrang’ın geçmişte travmanın yaşandığı mağaraya gitmesiyle birlikte ortaya çıkan fizyolojik ve duygusal tepkiler, TSSB’nin bir diğer önemli belirtisi olan kaçınma ve tetiklenme davranışlarını açıklıyor. Ancak aynı zamanda bu sahne, travma anısının bastırılmaktan çıkıp bilinç düzeyine gelmeye başladığı kritik bir eşik olarak da okunabilir. Bu an, beynin savunma sistemlerinin devreden çıktığı ve hipokampusun olayları yer ve zaman bağlamında yeniden işlemeye çalıştığı bir travmatik geri çağırma süreci olabilir. Travma sonrası tetiklenme, geçmişte yaşanmış travmatik deneyimlerin, gündelik yaşamda belirli uyaranlarla yeniden canlanması olarak tanımlanabilir. Janina Fisher’e göre, bu tetiklenmeler, beynin ve bedenin travmatik anıya karşı geliştirdiği otomatik yanıtlarla bağlantılıdır; kişi kendini tehlikede hisseder ve o anki deneyimi geçmişteki travmayla özdeşleştirir. Bu durum, bedensel duyumlar, yoğun korku, öfke veya çaresizlik hisleri ile kendini gösterebilir ve bireyin mevcut yaşamını olumsuz etkileyebilir. Fisher, travma terapilerinde bu tetiklenmelerin fark edilmesini, bedensel farkındalık ve güvenli bağlama teknikleriyle yönetilmesini vurgular; böylece birey, tetiklenmelerle baş etme becerisi geliştirirken, geçmiş travmanın etkilerini yaşamının her alanına taşımaktan kaçınabilir. Hongrang'ın bu sahnelerde vermiş olduğu tepkiler de bu belirtilerde doğrudan ilişkilidir.
Travma ve Beden Algısı: Utançla Zehirlenmiş Bir Ten
Hongrang’ın bedenine dair kullandığı ifadeler ise, yalnızca bir rahatsızlığı değil; bedenle kurduğu ilişkinin derin bir travmayla sarsıldığını gösteriyor. “İğrenç ve aşağılık biriyim. Kendimden iğreniyorum” cümleleri, istismar mağdurlarında sıkça görülen bedenin kirli, değersiz ya da tehlikeli bir yer olarak algılanmasıyla örtüşüyor. Bu, hem travma sonrası beden imajı bozulmasının hem de yoğun utanç duygusunun bir dışavurumu. Kurban, yalnızca istismara uğramaz; aynı zamanda bedeninin de “suçlu” olduğunu hisseder. Bu durum, bedenin bir güvenli liman değil, tehlikeli bir yer gibi algılanmasına neden olur. Mağarada Jae-i ile baş başa olduğu sahnede gözyaşları içinde sırtını göstermek istememesi de bunun bir kanıtı. “Sırtındaki resim için; bu hem nefret ettiğim hem utandığım” bir şey ifadeleri ise yine aynı şekilde beden algısı üzerindeki kırılmayı gösteriyor. Özellikle babası olarak gösterilen kişinin herkesin içinde sırtını açıp tenine işlenen pornografik resmi göstermesi ve Hongrang’ın tepkileri de bizi aynı sonuca götürüyor. Bu sahne özellikle benim de o acıyı derinden hissettiğim bir sahneydi bu sebeple oyuncu Lee Jae Wook’a teşekkürlerimi sunuyorum bize böylesi bir seyir zevki verdiği için. O sahneyi izleyip de ağlamayan yoktur diye düşünüyorum.
Alanda yapılan çalışmalara baktığımızda ise, özellikle çocukluk çağında cinsel istismara uğrayan bireylerin bedenle temas kurmakta zorlandığını, somatik duyumları tehdit gibi algılayabildiğini ve bu nedenle ya bedeni tümden yok sayma ya da sürekli kontrol altında tutma davranışı geliştirdiğini ortaya koymuştur. Bu bağlamda Hongrang’ın kendinden tiksinme hali, istismarın yalnızca zihinde değil; bedende de kalıcı bir iz bıraktığını ve bedenin adeta bir travma haritasına dönüştüğünü gösterir.
Parçalanmış Kimlik ve Aidiyet Açlığı: “Ben Kimseyim”
“Herkes doğduğu anda bir şey olur. Birinin oğlu birinin kardeşi, birinin kuzeni hatta komşusu. Ama ben hiç kimsenin bir şeyi olamadım. Hep bir başımaydım. Sanki gökten düşmüş gibiydim.”
Hongrang’ın bu sözleri, travmanın sadece bir olay değil, aynı zamanda bir kimlik kaybı olduğunu hatırlatıyor. Bu cümle; terk edilme, duygusal ihmal, istismar gibi erken yaşantıların ardından bireyin kendi öz benliğiyle kurduğu ilişkinin nasıl parçalandığını açıkça ortaya koyuyor. Kendi kendisinin bir “biri” olamayacak kadar silinmiş, sadece başkalarının gözünde bir “şey” olmak isteyen bir benlik yapısından bahsediyoruz. Bu, nesneleşmiş benlik kavramıyla doğrudan ilişkili bir travma sonrası tepkisidir. Kimlik oluşumunda aynalanma, tanınma ve koşulsuz kabul büyük rol oynar. Ancak çocuklukta bu temel psikolojik ihtiyaçlar karşılanmadığında bireyler Hongrang’da olduğu gibi, kendilerini ancak başkalarının gözünde var edebileceklerini düşünürler. Yani bir kimlik inşa etmek yerine, bir başkasının hikayesinde figüran olmayı seçerler. Bu da parçalanmış, dış referanslara bağlı ve sık sık “boşluk hissi” yaşayan bir öz-benlik yaratır. Bu söz ayrıca bağlanma kuramı açısından da derin bir anlam taşır: Güvenli bağ kuramayan bireyler, aidiyet duygusunu sürdürebilmek için kimliklerini feda edebilirler. Bir nevi “beni sev, yeter ki ben olayım” hali. Bu, borderline kişilik örüntüsünden dissosiyatif kimlik yapılanmalarına kadar birçok patolojide karşımıza çıkabilir.
ACE Study’nin Ekrandaki Yüzü: Dear Hongrang ve Çocuklukta Kırılan Hayatlar
Hongrang’ın hikâyesi bana göre, ACE (Olumsuz Çocukluk Deneyimleri) çalışmasının sahne sahne somutlaştığı bir anlatı sunuyor. Duygusal ihmal, fiziksel şiddet, bakım verenin kaybı, ebeveynsel ruhsal hastalık, aile içi şiddet… Hongrang’ın yaşadığı deneyimler, ACE araştırmasında ölçülen 10 travmatik çocukluk deneyiminden neredeyse tamamını kapsıyor. 1998’de CDC ve Kaiser Permanente iş birliğiyle yayınlanan ACE Study, çocuklukta yaşanan olumsuz deneyimlerin —örneğin istismar, ihmal, ev içi disfonksiyon— bireyin ileriki yaşamındaki fiziksel ve ruhsal sağlığı derinden etkilediğini ortaya koymuştur. Araştırmaya göre ACE puanı yükseldikçe; depresyon, intihar girişimi, alkol ve madde bağımlılığı, kalp hastalıkları gibi pek çok sorunla karşılaşma riski katlanarak artıyor.
Hongrang’ın dizide sergilediği:
· Bağlanma sorunları,
· Yoğun utanç ve kendilik değeri eksikliği,
· Tetikleyicilerle başa çıkamama,
· Bedensel duyumlardan kaçınma,
· Aidiyet arayışı ve parçalanmış kimlik gibi belirtiler, yüksek ACE skorunun psikolojik tezahürleri olarak okunabilir. Üstelik yalnızca bireysel düzeyde değil, nesiller arası aktarım yoluyla ailesel bir travma zincirinin sürdüğünü de görürüz. İlk başta da dediğim gibi dizideki her 5 karakterden 3’ünün travma geçmişi olduğunu söyleyebiliriz.




Yorumlar