Big Fish Film İncelemesi : Masal ile Gerçek Arasında Büyülü Bir Yolculuk
- Zeyneb G
- 8 May
- 5 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 13 May

“Hayatın bir hikâyesi var… Ve hikâyeler asla ölmez.”
Büyük Balık (özgün adıyla Big Fish, 2003) izleyiciyi masal ile gerçeğin iç içe geçtiği büyülü ve duygusal bir yolculuğa çıkaran çok tatlı bir film. Yönetmen Tim Burton’ın bu fantastik dramında, sıradan bir hayatı bile efsanevi kılabilecek hikâye anlatıcılığının gücüne tanık oluyoruz. Film, bir baba ile oğulun yıllar içinde biriken mesafesini kapatmaya çalışırken ölüm, aile bağları ve gerçek ile kurgu arasındaki çizgi üzerine düşündürüyor. Filmi izlemeyenler için yazım sürpriz bozanlar içerebilir. Keyifli okumalar.
Ölüm, Baba-Oğul İlişkisi, Hikâye Anlatıcılığı ve Gerçekle Kurgu Arasındaki Çizgi
Edward Bloom, hayatı boyunca yaşadıklarını abartılı ve renkli hikâyelerle anlatan bir babadır. Bu durum, yıllar içinde oğlu Will ile arasında bir soğukluk ve mesafe oluşmasına sebebiyet verir; Will, babasının anlattığı bitmek bilmeyen masallar yüzünden onun gerçek kişiliğini tanıyamadığını düşünür. Film, Edward ile Will’in yıllar sonra ölüm döşeğinde bir araya gelmesiyle başlar. Babasının gerçeklere hiç yer vermediğine inanan Will, son defa onun yanına gelerek yıllardır merak ettiği hakikati bulmaya kararlıdır.
Big Fish bu temel çatışma üzerinden, gerçek ile kurgu arasındaki sınırları sorgulayan bir yapım aslında. Burton, filmde hikâyeleri iç içe geçirerek izleyiciyi sürekli olarak gerçek dünyanın sınırlarından çıkarıp masalsı anılara götürür ve yeniden bugüne döndürür. Böylece gerçek ile kurgu arasındaki çizgi bulanıklaşır, iki dünya birbirine karışır. Tim Burton yapımlarını izlediyseniz oldukça aşina olacağınız bir durum diyebilirim. Bu yönüyle Big Fish, “gerçek” dediğimiz olgunun ne kadar göreceli olabileceğini de gösterir; zira bir kişinin gerçeği, bir başkasının hayalinden ibaret olabilir. Hikâye anlatıcılığı burada sıradan hatıraları destansı bir boyuta taşır ve izleyiciye sorar: “Gerçek ile düş arasındaki çizgi ne kadar önemli?”
Filmin temalarının merkezinde ise ölüm ve baba-oğul ilişkisi yer alır. Edward, ömrünün son demlerinde kendi hikâyelerinin anlamını oğluna aktarmaya çalışırken, Will babasının anlattığı mitolojik yaşam öyküsünün ardındaki insanı keşfetmeye uğraşır. Biri iyimser bir masal anlatıcısı, diğeri katı bir gerçekçidir; ancak zamanla birbirlerini anlama çabaları, aralarındaki uçurumu kapatmalarına yardımcı olur. Edward’ın anlattığı anılarda devlerle, cadılarla mücadele etmek belki gerçekte hiç yaşanmamıştır, fakat bu hikâyelerin taşıdığı duygusal gerçek, baba ile oğulun kopuk bağlarını onarmaya yardımcı olur. Sonunda Will, babasının hikâyelerine inanmayı öğrenir ve hatta onun son hikâyesini bizzat kendisi anlatır; yani kendisi bir masal anlatıcısına dönüşür. Böylece masal ile gerçek iç içe geçerek baba ve oğulun bakış açıları duygusal bir bütünlükte birleşir.
Semboller ve Metaforlar: Dev, Cadı, Büyük Balık, Sirk – Hikâyeler ve Anlatılar Üzerinden Kurulan Hayat Algısı
Edward Bloom’un anlattığı hikâyelerde karşılaştığımız her fantastik unsur, aslında hayatına dair bir gerçeği sembolik olarak yansıtır. Filmdeki dev, cadı, büyük balık ve sirk gibi öğeler yüzeyde masalsı birer macera sunarken, derinlerde izleyiciye metaforik mesajlar iletir. En azından kişisel fikrim bu yönde. Örneğin Edward’ın gençliğinde karşısına çıkan dev Karl, ilk bakışta korkutucu bir canavar gibi görünse de aslında toplumdan dışlanmış iyi kalpli bir figürdür. Kasaba halkının “canavar” diyerek üzerine yürüdüğü Karl ile dostluk kuran Edward, önyargıları kırar ve farklı olanı kabullenmenin önemini gösterir adeta. Karl’ın hikâyesi aynı zamanda “küçük bir gölün büyük balığı” deyimine gönderme yapar:
Filmin bir diğer çarpıcı sembolik karakteri cadıdır. Edward gençliğinde ormandaki cadıyla yüzleşip onun sihirli gözlerinde kendi ölüm anını görür. Arkadaşları bu kader görüntüsünden dehşete düşerken, Edward öğrendiği gerçeği şaşırtıcı bir şekilde iyimser karşılar. “Ölümünü bilirsen, ondan korkmazsın.” Bu deneyim Edward’a, ölümün hayatın doğal bir parçası olduğunu öğretir ve ona “asıl korkulması gereken şey ölüm değil, yaşanmamış bir hayat” mesajını verir. Cadı uğursuz değil, aksine Edward’a hayatını dolu dolu yaşaması için cesaret veren bir figürdür. Cadı vedalaşırken Edward’a “göldeki en büyük balık, hiç yakalanmadığı için bu kadar büyüyebilmiştir” diye öğüt de verir. Bu söz, Edward’ın özgürlüğüne düşkün ruhunu yansıtır: Yakalanmayan, yani kısıtlanmayan bir hayat, sınırsızca büyüyebilir.
Filmin isim kaynağı olan büyük balık metaforu da çok katmanlıdır. Edward’ın sıkça anlattığı bir hikâyede, genç adam doğum yapmak üzere olan eşinin yanında olamadığı anlarda efsanevi bir dev balığı yakalamaya çalışır. Büyük balık, Edward’ın ta kendisidir aslında. Küçük bir kasabaya sığmayacak kadar büyük hayalleri olan ve hiçbir yerde “yakalanıp” kalmayan bir ruhtur. Ömrünün sonunda nehre karışıp bir balığa dönüşerek kaybolduğu o son hikâye ise, Edward’ın kendini efsaneleştirmesinin doruk noktasıdır. Will’in babasının ölümünü anlatırken onu nehrin içinde dev bir balığa dönüştürdüğü o masal, Edward’ın sıradan bir insan olmanın ötesine geçip adeta çözülmesi zor bir bilmeceye, bir mite dönüştüğünü sembolize eder. Bu sayede Edward, bir birey olmaktan çıkıp hikâyelerinde yaşamaya devam eden efsanevi bir “büyük balık” haline gelir.
Duygusal ve Felsefi Mesaj: Hatırlanma Arzusu, Hayatı Anlamlandırma, Hikâyelerle Yaşamak
Big Fish'in derin bir duygu ve felsefi düşüncelerle de dolu olduğunu düşünüyorum. Filmin kalbinde, bir insanın ardında bıraktığı mirasın ne olacağı sorusu yatıyor aslında. Oğlu Will başlangıçta babasının masallarına şüpheyle yaklaşsa da, en sonunda anlar ki babasını asıl ölümsüz kılan şey bu hikâyelerdir. “Bir insan hikâyelerini o kadar çok anlatır ki sonunda o hikâyelerin ta kendisi olur. Hikâyeler de onun ardından yaşamaya devam eder ve bu yolla insan ölümsüzleşir” sözleri bunu kanıtlar nitelikte. Gerçekten de Edward Bloom, son nefesini verdikten sonra bile anlatılarıyla yaşamaya devam eder; cenaze sahnesinde gördüğümüz gibi, arkasında bıraktığı dostları onun hakkında gülümseyerek hikâyeler paylaşır. Bu sahne, ölümün bile bir son olmadığını, anılar ve anlatılar yoluyla insanların yaşamaya devam ettiğini gösterir.
Film aynı zamanda hayatı anlamlandırma üzerine de bol bol zihnimizi sorgulatıyor. Edward’ın durup durup anılarını efsaneleştirmesinin altında, yaşamın sıradanlığını kabullenemeyen bir ruhun baş kaldırması vardır. Edward Bloom da gerçekliği kendi süzgecinden geçirip bir masala dönüştürerek yaşayabildiği bir dünya oluşturur. Hepimizin içinde bir hikâye anlatıcısı olduğunu ve anılarımızı nasıl anlatacağımızı seçerek kendi yaşam deneyimimizi şekillendirebileceğimizi ima eder. Ki bu bana film boyunca Narrative Terapi kuramını hatırlattı. Narrative terapiye göre, bireylerin kendileri ve deneyimleri hakkında anlattıkları hikâyeler, onların dünyayı ve kendi benliklerini algılama biçimini belirler. Bu terapi yönteminde danışanın sorunları, onun kimliğinden ayrı bir şekilde ele alınır; kişi, sorunlarının ötesinde başka anlamlar ve kimlikler inşa edebilecek bir hikâye yazarı olarak görülür. Terapist, bireyin kendi yaşam anlatısını yeniden düzenlemesine, alternatif ve daha güçlendirici hikâyeler keşfetmesine yardımcı olur. Böylece birey, geçmiş deneyimlerine yeni bir bakış açısıyla yaklaşır ve hayatını daha anlamlı, umut verici bir çerçevede görmeye başlar (Kısa bir psikoloji dersinden sonra devam edelim :) ). Edward’ın hikâyeleri abartılı ve gerçeklikten uzak görünse de, onun için bunlar bir kaçış değil, tam tersine bir anlam inşasıdır. Filmin sonunda oğul Will’in babasının hikâyelerini kendi ağzından yeniden anlatması, Narrative terapideki “yeniden yazım” (re-authoring) sürecine benzer. Will, yıllarca babasının hikâyelerine şüpheyle yaklaşmış olsa da, sonunda bu hikâyelerin babasının kimliğinin ayrılmaz bir parçası olduğunu fark eder.
Big Fish’in duygusal doruk noktası, Edward’ın ölüm döşeğinde yaşanan son hikâyesi ve hemen ardından gelen cenaze sahnesidir. Bu final sekansı, aynı anda hem neşeli hem yürek burkucu olmayı başarır. Will, babasının isteğiyle onun hakkında son bir masal uydurur: Edward’ı hastane yatağından kaçırıp nehre götürdükleri, herkesin onu uğurlamaya geldiği ve babasının büyük bir balığa dönüşerek gözden kaybolduğu o sahneyi kendi ağzından anlatır. Bu an, baba ile oğulun nihayet tam bir anlayış ve sevgiyle birleştiği, hikâyelerin onları kucakladığı andır. Ardından gelen cenazede Will, babasının hikâyelerindeki karakterlerin gerçek hallerini tek tek tanır; hepsi oradadır ama anlatıldığı kadar abartılı değillerdir. Yine de Will’in yüzünde bir gülümseme belirir, çünkü babasının yaşamının anlamını nihayet çözmüştür: Her insan biraz efsaneye dönüşmek ister. Edward’ın ardında bıraktığı rengârenk hikâyeler sayesinde, oğlu onu gerçek haliyle belki hiç tanıyamasa da, özünde kim olduğunu – hayallerini, korkularını, aşklarını – anlamıştır. “Bazen bir adam öyle büyük olur ki, ardında bıraktığı hikâyeler onunla birlikte büyür.”
Sonuç Demler...
Filmi çok uzun zamandır izlemek istiyordum,yazıyı görünce artık vakti geldi diye düşündüm.Beni bu kadar duygulandıracağını, düşündüreceğini, gülümseteceğini,imrenerek bakmama sebep olacağını düşünmezdim.Başka değil bambaşka bir pencereden bakmam gerektiğini anladım.
Herkese izledikten sonra bu yazıyı okumalarını öneriyorum..🫶